Bir kentin yaşanabilir olması, ne kadar hızlı geliştiğiyle değil, ne kadar derin nefes aldırdığıyla ölçülüyor artık. Eskiden kalkınma, gökdelenlerin yükselmesi ve yolların çoğalmasıyla tanımlanırdı; oysa hız her zaman ilerleme demek değil. Tam da bu sorgulamayla ortaya çıkan bir hareket var: Cittaslow. 1999 yılında İtalya’da kurulmuş uluslararası bir belediyeler birliği ile başlayan bu hareket, şehirlerin büyümek yerine yavaşlamayı, standartlaşmak yerine yerelleşmeyi, betonlaşmak yerine onarmayı tercih etmesi gerektiğini savunuyor. Bugün bu yaklaşım, sürdürülebilirlik ve kent aidiyeti gibi kavramlarla birlikte yeniden düşünülüyor.
Cittaslow Bize Ne Anlatıyor?
Slow Cities kavramı, ilk kez 1999 yılında İtalya’nın Greve in Chianti kentinde ortaya çıktı. Hareketin çıkış noktası, fast food kültürüne karşı duran Slow Food yaklaşımıydı. Yemeğin üretiminden tüketimine kadar olan süreci yavaşlatan bu felsefe, şehir hayatına da uyarlanabilir miydi? Yani şehirler de hızlı yaşamak yerine “yavaş” olmayı seçebilir miydi? Cittaslow adıyla tanınan bu yaklaşım, bugün dünya genelinde yüzlerce kentte karşılık bulmuş durumda. Ancak bu “sakinlik”, sadece tempoyla ilgili değil. Asıl mesele; yerelleşmek, doğayla uyumlu yaşamak ve kente aidiyet hissini güçlendirmek.
Bir şehrin Slow City olabilmesi için belli kriterleri karşılaması gerekiyor. Bunlar arasında enerji verimliliği, yerel üretimi desteklemek, tarihî ve doğal dokuyu korumak, toplu taşımayı teşvik etmek gibi çevresel ve sosyal başlıklar var. Ancak Slow Cities, sadece çevre dostu olmakla yetinmiyor; aynı zamanda kültürel sürdürülebilirliği ve toplumsal eşitliği de önemsiyor. Bu yönüyle hareket, sürdürülebilirlik anlayışını sadece geri dönüşüm veya karbon ayak izi üzerinden tanımlamıyor. Tam tersine, yaşamın tüm alanlarına yayılan bir dönüşüm öneriyor.
Bugün geri dönüştürülebilir bir ürün satın almak kadar, yerel bir üreticiden alışveriş yapmak da sürdürülebilirliğe katkı. Tıpkı betonarme bir yapı yerine onarılarak kullanılan eski bir yapının daha sürdürülebilir olması gibi. Slow Cities, bu tür yaklaşımları gündelik yaşamın parçası hâline getirmeyi hedefliyor. Üstelik bunu kentliyle birlikte yapıyor. Çünkü bir şehir, ancak içinde yaşayanların katılımıyla gerçekten dönüşebilir. Slow City olmak, sadece yönetim biçimi değil; aynı zamanda ortak yaşam kültürünü inşa etme biçimi.
Sakin Şehirler ve Kent Aidiyeti
Bu da bizi kent aidiyeti kavramına getiriyor. Aidiyet, sadece bir yere doğmak ya da orada uzun yıllar yaşamakla oluşmuyor. Kentin şekillenmesine katılmak, kamusal alanlarda kendini ifade edebilmek, tanıdık yüzlerle karşılaşmak, bir parkın gölgesinde vakit geçirmek ya da sokağın dokusuna müdahale edebilmek… Bütün bunlar kentle kurulan duygusal bağın yapı taşlarını oluşturuyor. Slow Cities bu bağı güçlendirmek için mahalle odaklı yaklaşımlar, yerel festivaller, zanaat atölyeleri ve kültürel üretimi destekleyen politikalar geliştiriyor.
Dünyadan ve Türkiye’den Cittaslow Örnekleri
Dünyada birçok farklı örnek var. İtalya’daki Orvieto, Almanya’daki Neustadt, Güney Kore’deki Sokcho gibi şehirler, Slow City felsefesini sadece sembolik bir unvan olarak değil, gündelik yaşama sinmiş bir pratik olarak sürdürüyor. Toplu taşımayı teşvik eden politikalar, doğayla uyumlu mimari çözümler, yerel üreticileri destekleyen kamusal yapılar… Her biri kendi coğrafyasına özgü yöntemlerle “yavaşlamanın” karşılığını veriyor.

Seferihisar, Türkiye’nin ilk sakin şehri olarak öne çıkıyor.
Türkiye ise bu harekete güçlü bir katılım gösteren ülkelerden biri. Seferihisar, yerel pazarları ve tohum takas şenlikleriyle yalnızca Türkiye’nin değil, Cittaslow hareketinin de simge şehirlerinden biri hâline geldi. Gökçeada, doğayla iç içe sakin yaşamıyla öne çıkarken, Uzundere, Halfeti, Perşembe gibi şehirler coğrafi çeşitliliğin içinde benzer değerleri sahipleniyor. Safranbolu ise tarihî dokusunu koruyarak, sadece geçmişin değil, geleceğin de sakin şehri olabileceğini gösteriyor.
Türkiye’de yer alan Cittaslow üyesi şehirlerimiz:
- Seferihisar, İzmir
- Şarköy, Tekirdağ
- Şavşat, Artvin
- Uzundere, Erzurum
- Vize, Kırklareli
- Yenipazar, Aydın
- Safranbolu, Karabük
- Perşembe, Ordu
- Mudurnu, Bolu
- Köyceğiz, Muğla
- Kemaliye, Erzincan
- İznik, Bursa
- İbradı, Antalya
- Halfeti, Şanlıurfa
- Güdül, Ankara
- Göynük, Bolu
- Gökçeada, Çanakkale
- Gerze, Sinop
- Foça, İzmir
- Finike, Antalya
- Daday, Kastamonu
- Yalvaç, Isparta
- Eğirdir, Isparta
- Arapgir, Malatya
- Akyaka, Muğla
- Ahlat, Bitlis

Safranbolu gibi sakin şehirler doğayla yaşamın iç içe olduğu, kent içi yaşamın huzurlu olduğu alanlar olarak karşımıza geliyor. Kaynak: Pexels
Tüm bu örneklerin ortak bir dili var: Acele etmeden, kaybetmeden, kopmadan yaşamanın mümkün olduğunu hatırlatıyorlar. Ve bu hatırlatmalar, her geçen gün daha çok kentliyi içine çeken yeni bir aidiyet biçiminin de zeminini oluşturuyor.