Skip to main content

Her yıl ekim ayının ilk pazartesi günü Dünya Habitat Günü olarak kutlanıyor. 2024 yılı teması “Sürdürülebilir Kentsel Gelecek”, ama özünde her yıl aynı soruya dönüp bakıyoruz: Kentlerimizi daha adil, daha yaşanabilir ve daha doğa dostu hale nasıl getirebiliriz?

Habitat dediğimizde akla genellikle tropik ormanlar, deniz altı ekosistemleri ya da bozkırlar geliyor. Oysa kentler de milyonlarca insanın, hayvanın ve bitkinin aynı anda yaşadığı karmaşık ekosistemler. Beton binalar, asfalt yollar ve kaldırımların arasına sıkışmış küçük bir ağaç bile bir habitat oluşturuyor. Dünya Habitat Günü, bize kentlerin yalnızca barınma alanı değil, aynı zamanda doğayla uyumlu bir yaşam sahası olması gerektiğini hatırlatıyor.

Bu noktada, İspanyol kentsel tasarım markası Urbidermis’in The Living City adlı belgesel serisi önemli bir tartışma açıyor. Beş bölümden oluşan kısa filmler, şehirleri bir organizma gibi düşünerek, daha yeşil, kapsayıcı ve insan ölçekli kamusal alanların nasıl mümkün olabileceğini gösteriyor.

Kaynak: dezeen

Kent Bir Organizma Gibi: Sıfır Noktasından Bugüne

Serinin ilk bölümü Level Zero, Urbidermis’in 1992 Barcelona Olimpiyatları için yaptığı kentsel müdahalelere uzanıyor. O dönem hazırlanan kent projeleri, sadece etkinlik için değil, sonraki nesiller için de kalıcı bir iz bırakmayı amaçlıyordu.

Buradan çıkarılan ders basit ama güçlü: Kent, yaşayan bir organizma gibi sürekli değişir ve evrilir. Binalar yükselir, yollar açılır, parklar yapılır; ama asıl mesele bu değişimin kimin için ve neye göre yapıldığıdır. Eğer doğa dışarıda bırakılıyorsa, aslında kentin habitatı eksik kalıyor. Onaranlar içinse bu mesaj çok tanıdık: Her küçük onarım, şehrin yaşam döngüsüne katkı sağlar.

Döngüsellik: Malzemelere İkinci Hayat Vermek

İkinci bölüm Inclusive Perspectives, Urbidermis’in üretim anlayışına odaklanıyor. Burada döngüsellik kavramı öne çıkıyor: Malzemeler tek kullanımlık değil, uzun ömürlü ve yeniden değerlendirilebilir olmalı.

Şirket, “yaşlanan” malzemeleri çöpe göndermek yerine ikinci hayat kazandırmayı temel sorumluluk olarak tanımlıyor. Sertifikalı, geri dönüştürülebilir, birden fazla yaşam döngüsüne sahip malzemeler tercih ediliyor. Bu yaklaşım, tam da bizim Atma Dönüştür çağrımızla örtüşüyor. Çünkü gerçek tasarruf, bir şeyi atmamakla değil, ona yeniden işlev kazandırmakla başlıyor.

Kaynak: dezeen

21. Yüzyılın Sokağı: Daha Adil, Daha İnsan Ölçekli

Üçüncü bölüm The 21st Century Street, kentlerin bugünkü zorluklarını masaya yatırıyor. Sokakların geleceği tartışılırken doğa, hareketlilik ve kapsayıcılık ön planda. Çevreci Claudia Nieto’nun şu sözleri aslında her şeyi özetliyor: “Şehirler daha yeşil, daha adil, daha kapsayıcı ve daha insan ölçeğinde olmalı.”

Bugün birçok şehir, otomobillerin ve hızlı tüketimin baskısı altında. Yaya alanlarının azalması, çocukların güvenle oyun oynayacak yer bulamaması, yaşlıların bank bulamadığı sokaklar… Tüm bunlar bize 21. yüzyılda sokakların yeniden tanımlanması gerektiğini söylüyor. Onaranlar için bu, sokağın sadece geçiş yeri değil, ortak yaşam alanı olduğuna işaret ediyor.

Şehirleri Yeniden Doğallaştırmak

Dördüncü bölüm Renaturalising Cities, Urbidermis’in biyolojik çeşitliliğe odaklanan fidanlığı Belloch Forestal üzerinden kentte doğanın yeniden canlandırılmasını anlatıyor. Burada pestisit kullanılmıyor, rejeneratif tarım yöntemleriyle ağaçlar yetiştiriliyor, hatta hayvanlar ekosistemin parçası haline getiriliyor.

Ağaçların bilinen ekolojik faydaları (CO₂ yakalama, gürültü azaltma) kadar, insan sağlığına etkileri de vurgulanıyor. Gölgesinde dinlenen, yaprak hışırtısını dinleyen bir insan için ağaç, sadece ekolojik değil, psikolojik bir iyileştirici.

Bu bölüm, Onaranlar’ın küçük habitat onarımlarını hatırlatıyor: sokaklara konan kuş evleri, balkonlardan sarkan saksılar, parklarda yeniden filizlenen çiçekler… Hepsi şehrin habitatını yeniden doğallaştırmanın yolları.

Teknoloji ve Doğa: Veriden Öğrenen Şehirler

Serinin son bölümü The City as a Technological Artefact, teknolojinin şehirle kurduğu ilişkiye odaklanıyor. Urbidermis’in geliştirdiği Urbidata platformu, toprak neminden ışık seviyelerine kadar pek çok veriyi analiz ederek daha bilinçli kentsel planlamayı mümkün kılıyor.

Burada asıl mesele, teknolojinin doğayı kontrol etmek için değil, doğayla uyum içinde yaşamak için kullanılması gerektiği. Akıllı şehir, daha fazla ekran ve kabloyla değil; insanın ve doğanın ihtiyaçlarını gözeten şeffaf verilerle akıllı hale gelebilir.

Yaşayan Şehir Vizyonu ve Modern Yaşam

The Living City serisi bize kentlerin sadece insanların değil, doğanın da evi olduğunu hatırlatıyor. Dünya Habitat Günü’nde bu vizyonu sahiplenmek, her birimizin küçük adımlarla kendi habitatımızı dönüştürmesi anlamına geliyor. Bir bankın gölgesine çiçekler eklemek, kaldırımlara geçirgen taşlar yerleştirmek, atık malzemelerden kuş yuvaları yapmak… Hepsi şehri biraz daha “yaşayan” kılıyor. Çünkü şehir, doğa ve insanın ortak yaşam alanı olarak nefes almaya ihtiyaç duyuyor.

 Senin mahallende de bir köşe var mı? Belki unutulmuş bir boşluk, belki betondan başka bir şeyin görünmediği bir alan. O alanı bir “habitat”a dönüştürmek için bugün başlamak mümkün. Dünya Habitat Günü, işte tam da bu çağrıyı yapıyor.