Çoğu zaman büyük şehirlerin kent sakinlerine büyük fırsatlar sunduğu düşünülür. Ancak bu her zaman doğru değil. Araştırmalar kamusal alanda cinsiyet eşitsizliği sorununun büyük şehirlerde çok daha fazla yaşandığını gösteriyor.
1990’ların ortalarında Viyana’daki kamu görevlileri halka açık parkları kimlerin daha sık kullandığını araştırdı. Araştırma sonuçlarına göre kız çocuklarının ortalama dokuz yaşından sonra parkları kullanma oranı düşüyordu. Buna karşın erkek çocukları ergenlik çağında dahi parkları ve basketbol sahası gibi alanları kullanmaya devam ediyordu. Demek ki parklar ve parklara dair alanlar kız çocuklarına da cazip gelecek şekilde iyileştirilmeliydi.
Viyana kentinin “Toplumsal Cinsiyeti Ana Akım Haline Getirme” kamu politikasının bir parçası olarak parklar yeniden tasarlandı. Park tasarımcıları parkları kız çocukları için de çekici hale getirebilmek için cinsiyete göre özelleştirilmiş alanlar ekledi. Voleybol ve badminton sahaları kurulurken açık alanlar bölünerek özelleştirildi. Böylece kız çocuklarının parklara ilgisi arttı ve bir nevi denge kurulmuş oldu.
Peki yaklaşık otuz yıl sonra soruyoruz, bu kalıcı bir çözüm getirebildi mi? Muhtemelen hayır. Yaklaşım iyi niyetli olmasına rağmen çözüm yüzeysel kaldı. Çünkü tasarımcılar sorunun kökenine değinmedi, yalnızca cinsiyetler arasındaki etkileşimin daha az olası olduğu alanlar yarattı. Uzun yıllardır kamusal alanda cinsiyet eşitsizliği ele alınsa da asıl öncelik yeni eğilimler için fırsatlar yaratmak olmuyor. Aksine Viyana’daki parklarda olduğu gibi mevcut kullanımları kolaylaştırmaya odaklanılıyor.
Oysa cinsiyet eşitsizliği, cinsiyetleri ayırarak değil herkes için daha kapsamlı ve açık fırsatlar ortaya koyarak; yani bir nevi oyunun kurallarını yeniden belirleyerek ortadan kaldırılabilir.
Kamusal alanda cinsiyet eşitsizliği nedir?
Alışkın olduğumuz cinsiyet kavramı temel bir nitelik veya sabit bir rol değil, davranışa yönelik bir dizi toplumsal beklentiden ibarettir. Örneğin kadınlardan daha sakin, anaç, duygusal, şefkatli gibi belirli stereotiplere uygun davranmaları beklenir. Buna karşın toplum nezdinde erkekler daha güçlü, mantıksal, çözüm odaklı karakterler sergilemelidir.
Bu hatalı tanımlamaların ışığında cinsiyetler arasındaki sözsüz davranışlara ilişkin araştırmalar kamusal alanda kadınların çekingen ve kapalı bir beden dili kullandığını ortaya koyuyor. Ancak başta kadınlar olmak üzere her cinsiyet kamusal alanı kullanma ve kontrol etme haklarını öne sürerek toplumsal cinsiyet stereotiplerine karşı çıktıklarında, kamusal alanda kadın olmanın anlamını yeniden şekillendirme gücünü elinde tutuyor.
Kamusal, bireysel, sistemsel, tasarımsal bir eşitsizlik
Geçmişe bir göz attığımızda kamusal alanların ağırlıklı olarak beyaz ve çalışan erkeklere hizmet etmek için tasarlandığını görüyoruz. Bunun yanı sıra ev gibi daha özel alanlar ise kadınlarla ilişkilendiriliyor. Bugün dünyanın dört bir yanındaki şehirlerde tasarımcılar ve vatandaşlar, kadınların kamusal alanda görünürlüğünü benimsemenin ne anlama geldiği üzerine fikirler üretiyor.
Temel bir örnek olarak yaya geçidi işaretlerini ele alabiliriz. Bazı şehirler kadınların temsilini artırmak için “erkek” yürüyüş sembollerini değiştirerek ikonlara “kadın” özellikleri ekledi. Ancak Viyana parkları örneğinde olduğu gibi etek ve el çantası gibi eklentiler ile sağlanan kozmetik çözüm sorunlu bir toplumsal cinsiyet stereotipine tuz biber oluyor. Peki eşitsizliği ortadan kaldırmaya odaklanan tasarım, kamusal ve sosyal alanlarımızda kadınları daha iyi temsil edebilir mi?
Cinsiyet temsilinde insanı odak noktası haline getirmek
2017 yılında Baltimore’da yapılan bir kamusal yaşam araştırması kapsamında, yerel bir STK tarafından yönetilen bir Kendin Yap (DIY) etkinlik alanında bir anket gerçekleştirdi. Kamusal sanat programlarında yer alan katılımcıların cevaplarıyla çeşitli türde veriler toplandı. Anket verilerinin yanı sıra anketörlerin katılımcıların cinsiyetlerini gözlemleyerek tahmin ettiği gözlemsel veriler de toplandı. Gözlemsel verilere göre mekana gelen ziyaretçilerin yüzde 60’ı erkek, yüzde 40’ı ise kadındı. Ancak anketlerden elde edilen veriler farklı bir tabloyu ortaya çıkardı. Anket sonuçları ziyaretçilerin yüzde 45’inin erkek, yüzde 53’ünün kadın ve yüzde 2’sinin de farklı cinsel yönelimlerden olduğunu gösterdi.
Bu sonuçlara göre tasarımcıların toplumsal cinsiyetin temsiline dair daha insan odaklı çalışmasının önemli olduğunu söyleyebiliriz. Nihayetinde temsil sadece yüzleri ve bedenleri görünür kılmakla değil, aynı zamanda deneyimi görünür kılmakla da ilgili. İster hassas araştırmalar ister yaratıcı iletişim stratejileri yoluyla olsun, insanların kendi yaşanmış deneyimlerini dile getirmelerine izin vermek, diğerlerinin mekanı algılama biçimini değiştirebilir. Başkalarını ve kim olduğumuzu görme deneyimi bir mekana, bir topluluğa ve daha geniş bir topluma olan aidiyetimizle doğrudan bağlantılıdır. Özetle tasarımcıların kimi ve nasıl temsil ettiğini iyi düşünmesi gerekir. İyi niyetler ve yüzeysel çözümler daha fazla stereotipleştirmeye yol açarken, savunmasız grupları görünür kılmayı amaçlayan müdahalelerin başarısını baltalayabilir. Bu nedenle kamusal alanda cinsiyet eşitsizliği sorununu çözmek için temsil ve katılıma daha fazla güvenilmelidir.