Bir kentin hikayesini meydanlardan okumak gerek. Binaların yığıldığı cadde ve sokakların aksine kent meydanları, kimlik seçmeksizin bir nefes alanı yaratıyor. Buluşmalar, kavuşmalar, kavgalar, ayrılıklar… Hem toplumsal hem de bireysel belleğimizin kent dokusu ile en iyi örtüştüğü alanlar olduklarını söyleyebiliriz. Özellikle geçmiş ile bağını koparmayan kent meydanlarında şöyle bir durup dikildiğimizde içimizden benzer bir düşünceyi geçiririz.
“Buranın sanki ruhu var.”
Modern çağ gerekliliklerinin doğurduğu bireysellik algısı ortak kent alanlarımızda kırılıyor. Evet, o meydanların, sokakların, binaların bir ruhu var. Bu ruhun kent ve toplum bütünleşmesinden doğduğunu göz önüne alırsak, bireyselliğimiz ile sonu belli bir savaşa girmemiz an meselesi. Günün sonunda önemli olaylarda, kutlamalarda, basit iki kişilik buluşmalarda bile soluğu merkezi toplumsal alanlarda alıyoruz. Belki de tek yapmamız gereken hayatın artan hızı içinde kendimize bir nefes payı bırakıp etrafımıza bakmak. Ve yaşadığımız, bir parçası olduğumuz toplumun geri kalanı ile günde birkaç dakika da olsa bütünleşebildiğimiz meydanların dokusu ile yakınlaşmak. Karl Marx’ın “Beş duyunun oluşması dünya tarihinin bir sonucudur” dediği noktada bir kentin meydanında dikilmek çok daha fazlasını ifade edebilir.
Bu kent senin mi?
Sokak, kent ve insan arasındaki uyumun temelinde ortak estetik algı yatıyor. Hem tarihsel hem de toplumsal bir dayanağı olan kent dokusu, alışılagelmişin dışına taştığında “aidiyet” hissini zorlaştırıyor. Türkiye’de özellikle son yıllarda karşılaştığımız başarısız restorasyon faaliyetleri, kent yapısında adeta sırıtan eklentiler gibi unsurlar yaşadığımız yere ne kadar bağlı hissettiğimize dair soru işaretleri yaratıyor. Buna oluşturduğu kültürden uzaklaştırılan üniversite kampüslerini ya da tarihi bir binanın duvarına yerleştirilen doğalgaz kutuları gibi spesifik örnekler vermek mümkün. Toplumsal belleğimizi sıfırlayan hataların bize dönüşü ise özellikle kentsel sürdürülebilirlik açısından beklediğimizden ağır oluyor. Kim ait hissetmediği bir kentin bir parçası olmak ister ki?
Metruk bina yalnızlığı
Peki kent dokusunu geliştirmek yalnızca görsel kaygılarımıza mı hitap ediyor? Toplumsal belleğin de ötesinde, yaşam alanlarımızın her ihtiyacımıza hitap etmesi oldukça önemli. Yaşadığı yer ile bağ kuran insanlar, mekanı ve çevreyi koruma konusunda çok daha hevesli oluyor. Bunun sağlanmadığı bir toplumda özellikle görece atıl kalmış alanlar yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalıyor. Yok olma tehlikesi yalnızca ömrünü tamamlama, yıkılma gibi nihai son terimleri ile ilgili değil. Kentlerin göz ardı edilmiş yapıları beklediği ilgiyi göremediğinde toplumsal hayat için risk teşkil edebilecek metruk alanlara dönüşüyor. Yaşam alanlarımızın giderek azalması da, bir araya gelebileceğimiz daha az alan demek.
Urban hacking
Eğer yaşadığınız kent istek ve ihtiyaçlarınıza cevap vermiyorsa, biraz müdahaleyi hak ediyor demektir. Kenti ve toplumsal estetik duygumuzu geliştirmek için sahneye çıkan urban hacking, hepimizi inisiyatif almaya çağırıyor. İleri dönüşüm ve onarım dinamikleri ile bir kenti daha yaşanılabilir hale getirmek mümkün. Üstelik en güzel yanı herkes tasarından her şekilde uygulanabilmesi. Hatta şöyle diyelim, herkes tarafından herkes ile birlikte. 🌈
Onaran Kulübü olarak gerçekleştirdiğimiz bazı urban hacking örnekleri:
Yaşadığımız kent için biraz inisiyatif almanın nasıl güzel sonuçlar doğurabileceğini fark ettin mi? Öyleyse atma onar, saklama paylaş, tüketme üret, vazgeçme hackle!