Büyük markaların ve kentlerin sürdürülebilir olma çabasını ne kadar samimi buluyoruz?
Küresel ısınma çağında “yeşil”e dokunan her şey kolektif gücümüzle ulaşmaya çalıştığımız bir varış noktası aslında. Her geçen gün sayısı artan sürdürülebilir şehirler, markaların karbon ayak izini düşürmeye yönelik anlayışları da bu noktaya giderken atılan anlamlı adımlar olarak karşımıza geliyor.
Ancak her ne kadar sürdürülebilirlik kavramı geleceğimiz için kritik bir noktada olsa da her zaman parlak yüzünden yansıyan anlamları içermiyor. Farklı anlamlara ve konseptlere göre şekillenebilen sürdürülebilirlik adımlarının hepsinin özü saf bir şekilde gezegen çıkarlarını gözetmiyor da diyebiliriz.
Peki sürdürülebilirlik yanılgısına açıklama getiren greenwashing ve green gentrification kavramlarını duymuş muydunuz?
Greenwashing nedir?
Greenwashing, bir şeyin gerçekte olduğundan daha sürdürülebilir ve çevre dostu görünmesini sağlamak için bir şey hakkında yanıltıcı ve hatta yanlış bilgi aktarma eylemini ifade eder. Bir nevi pazarlama stratejisi haline gelen bu fenomen, işletmeler ve hükûmetlerden kâr amacı gütmeyen kuruluşlara kadar herkes için başvurulabilecek bir yol haline geldi.
İçinde bulunduğumuz dönemde karbon salınımının başını çeken birçok marka kendini “yeşil” etiketiyle tekrar markalaştırmaya çalışıyor. Örneğin herhangi bir faaliyetiyle karbon salınımına büyük etkide bulunan bir işletmenin yenilenebilir enerji kaynaklarını kullanmaya yöneldiğini açıklaması greenwashing için iyi bir örnek. Ya da söz konusu şirketlerin bir çoğunun ait olduğu enerji sektörünün fosil yakıtlar karbondioksit salınmadan yakılıyor algısı yaratmak için “temiz kömür” kavramına sarılması gibi. Ne yazık ki bu tür işletmelerin eylemleri oluşturmak istedikleri kimlik ve algı ile pek uyuşmuyor. Özetle The Six Sins of Greenwashing makalesinde yer aldığı gibi birçok zararlı özellik tek bir yeşil faaliyetin arkasına gizleniyor.
Peki greenwashing hangi noktada tehlikeli hale geliyor?
Greenwashing ve çevresinde şekillenen kavramların tehlikeli hale gelmesi neyin gerçekten sürdürülebilir ya da yeşil olduğunu nitelemeyi zorlaştırdığında başlıyor. Üstelik sürdürülebilir olmaya giden uzun bir yolda atılan küçük bir adımın aslında değersiz ve işe yaramaz olduğu gibi umut kırıcı bir algı yaratması da cabası.
Green gentrification nedir?
Sürdürülebilirlik mücadelesini zora sokan bir diğer kavram da green gentrification. Aslında bu kavramı çevremizde kolayca gözlemleyebiliriz. Yeşil olmasıyla göze çarpan, merkeze uzak ve temiz mahalleleri düşünün. Şehir hayatının yoruculuğu ve griliği arttıkça bu mahalleler değer kazanıyor. Sebebi ise yeşil mahallelerin çeşitli etiketlerle yüksek gelirli insanlara pazarlanması ve bu doğrultuda söz konusu bölgede ikamet eden düşük gelirli insanların yerinden edilmesi.
Bir tür iklim adaletsizliği olarak ele alınan green gentrification, düşük gelirli mahallelerde yaşayan insanların tamamen ırksal ya da etnik azınlıklar olması nedeniyle kolayca yerinden edilmesi ve yerlerine gelen yüksek gelirli kesimin karbon emisyonuna çok daha fazla katkısı olduğu düşünüldüğünde çok daha rahatsız edici hale geliyor.
Green, environmental ya da climental gentrification olarak da adlandırılan kavram Austin, Texas ve New York City gibi kendini yeşil ilan eden metropollerden yayılmaya başladı. Örneğin, Manhattan’ın batı yakasında halka açık bir park projesi olan ve bölge sakinlerini artık artan konut fiyatlarını karşılayamadıkları zaman taşınmaya zorlayan High Line’ı göz önünde bulundurabiliriz.
Peki uzun vadede green gentrification ne gibi etkilere yol açıyor?
Soylulaştırmayı ırk ve barınma adaleti açısından düşünmeye alışkınız, ancak aynı greenwashing için olduğu gibi kentin elde ettiği sürdürülebilirlik kazanımlarını da baltalayabilir. Düşük gelirli şehir sakinleri yerlerinden edildiğinde, banliyölerde daha ucuz konutlara taşınmak zorunda kalıyor. Bu da her gün çalışmak için şehre uzun yolculuklar yapılması demek. Söz konusu yolculukların büyük çoğunluğunun fosil yakıt yakan tipik otomobiller ile yapıldığını göz önüne alırsak uzun vadede karbon salınımına olan etkisini tahmin edebiliriz. Arazi kullanımı ve karşılanabilirlik konularını hesaba katmayan sürdürülebilir kalkınma projeleri, bir şehrin karbon ayak izini bir alanda küçültüp başka bir alanda önemli ölçüde büyütmekle sonuçlanabilir.
Bu kavramları bilmek ve göz önünde bulundurmak neden önemli?
Çoğu zaman, sürdürülebilir bir kentin neye benzediğine dair vizyonumuz, düşük gelirli insanları denklemin dışında bırakan yeşile boyanmış bir fanteziye dönüşüyor. Çünkü yemyeşil zümrüt gezinti yolları ve fütüristik orman şehirlerine ilişkin rüyalarımızın çoğu, ne kadar çekici olsalar da büyük ölçüde kentleri bu kadar sürdürülemez hale getiren aynı güçler tarafından yönlendiriliriliyor. Şık ticaret merkezlerinin yanı sıra güneş panelleri ve rüzgar türbinleriyle dolup taşan lüks konutlar inşa etmek bir çözüm değil. Eğer böylesine huzurlu ve ideal bir hayata yalnızca gelir skalasının üst ucundaki insanlar erişebiliyorsa, kahverengi tarlaları gösterişli bahçelere veya kent çiftliklerine dönüştürmek toplumsal açıdan da sürdürülebilir bir dünyaya karşılık gelmiyor.