Skip to main content

Bugün 8 Kasım Dünya Şehircilik Günü. Kulağa teknik bir gün gibi gelebilir ama aslında şehircilik dediğimiz şey, her gün içinden geçtiğimiz kaldırımlar, oturduğumuz parklar, nefes aldığımız alanlar demek. Şehir planlaması çoğu zaman kâğıt üzerinde yapılır ama etkisini en çok sokakta hissederiz. Bu yüzden şehirler hakkında konuşmak aslında gündelik hayatımızı konuşmak anlamına geliyor.

Danimarkalı mimar ve şehir plancısı Jan Gehl, şehirleri “insanlar için” tasarlamanın önemini vurgulayan isimlerin başında geliyor. Ona göre iyi bir şehir, arabalar için değil, yürüyen, oturan, sohbet eden insanlar için tasarlanmalı. Gehl’in beş kuralı, bu bakış açısını sade ama etkili şekilde özetliyor. Bugün şehirleri yeniden düşünmek istiyorsak, belki de işe bu kuralları hatırlayarak başlamalıyız.

1. İnsan ölçeğini unutma

Bir şehrin en önemli birimi binalar değil, insanın kendisidir. Yukarıdan bakıldığında kusursuz görünen planlar, yere inince çoğu zaman soğuk ve mesafeli görünür. Yüksek yapılar, geniş yollar, dev otoparklar arasında insan küçülür; şehir ise devleşir. Jan Gehl bu duruma “insan ölçeğini kaybetmek” diyor. Yani şehir, yaşayanların ritmini unutuyor.

Bir şehri insan ölçeğinde tasarlamak demek, devasa yapılar yerine yürüyen, duran, sohbet eden insanlara uygun alanlar yaratmak demektir. Bunun anlamı çok basit: yürürken gölge bulabileceğin bir ağaç, oturabileceğin bir bank, durup dinlenebileceğin bir köşe. Kopenhag bunun güzel bir örneği. Otomobil trafiği azaltılıp yayalara alan açıldığında şehir sadece sessizleşmedi, aynı zamanda canlandı. İnsanlar dışarıda daha fazla vakit geçirmeye başladı. Bizim için de bu, küçük dokunuşlarla başlayabilir: bir bank yerleştirmek, bir ağacı korumak ya da bir sokağı daha yaşanabilir hale getirmek bile o “ölçeği” geri kazandırır.

2. Kamusal alanları geri kazandır

Bir şehirde en çok nerede yaşam vardır? Binaların içinde değil, aralarında. Kamusal alanlar, yani parklar, meydanlar, sokak araları, şehir hayatının kalbidir. Eskiden bu alanlar kent içi sosyalleşme, buluşma, paylaşma noktalarıydı. Zamanla arabalar, tabelalar, otoparklar derken o alanların çoğu kayboldu. Oysa bir şehir ancak kamusal alanlarıyla nefes alır.

Jan Gehl’in yaklaşımı ise çok net: iyi şehirler, insanların tesadüfen karşılaşabileceği, yan yana durabileceği alanlar yaratır. Bunun için dev projelere gerek yok. Bir parkın içine birkaç masa koymak, bir sokağa yeşil saksılar eklemek, duvarları sanatla buluşturmak bile bir fark yaratır. Çünkü kamusal alanın gücü, ne kadar büyük olduğunda değil, ne kadar kullanıldığıyla ölçülür. Bizim için de bu, tam anlamıyla “şehirde birlikte onarmak” demek.

3. Yürümek şehircilikte yeni ölçüdür

Yıllar boyunca şehircilik, “Trafik akıyor mu?” sorusuna odaklandı. Yollar genişletildi, kavşaklar yapıldı, ama şehirde yürümek gittikçe zorlaştı. Bugün artık dünya genelinde farklı bir anlayış var. Şehirler arabalar için değil, yürüyen insanlar için planlanmalı. Çünkü yürümek sadece bir ulaşım biçimi değil, şehri hissetmenin yolu.

Paris’in “15 dakikalık şehir” modeli buna iyi bir örnek. Her ihtiyaç, yürüyerek ulaşılabilecek kadar yakın tasarlanıyor. Bu model hem karbon salımını azaltıyor hem de mahalle yaşamını güçlendiriyor. Gehl’in bakış açısıyla bu sadece çevreci bir hedef değil, topluluk kurmanın da yolu. Çünkü yürüyen insan şehrin parçasıdır; vitrinleri görür, insanlarla selamlaşır, çevresine dikkat eder. Arabada geçen bir yaşamda bu bağlar kaybolur. O yüzden bir şehirde yürüyebilen insan, orada yaşadığını hisseder.

4. Şehir sadece görülmez, yaşanır

Bazı şehirler uzaktan çok güzel görünür ama içinde yaşamak zordur. Çünkü yaşamı kolaylaştıracak detaylar yoktur. Gehl bu durumu şöyle açıklıyor: “Bir şehir sadece gözle görülmemeli, bütün duyularla hissedilmelidir.” Yani iyi bir şehir sadece fotoğraf karesinde değil, günlük deneyimde de anlamlı olmalı.

Bir mahallede yürürken bir müzisyenle karşılaşmak, bir duvar resmini görmek, bir kafede otururken sokaktaki çocukların sesini duymak… bunlar şehirle kurduğumuz bağı güçlendirir. Bugün birçok şehir “taktiksel şehircilik” adını verdiğimiz geçici ama etkili uygulamalarla bu bağı yeniden kurmaya çalışıyor. Kısacası, şehirleri güzelleştirmek büyük projelerle değil, küçük jestlerle olur. Onaran kültürü de tam burada devreye giriyor, bir sokakta yapılan minik bir dokunuş bile o alanın ruhunu değiştirebilir.

5. Şehirleri insanlarla birlikte tasarla

Eskiden şehir planları kapalı kapılar ardında hazırlanırdı. Planlamayı yapanlar belirler, halk ise sadece sonucu yaşardı. Ama artık biliyoruz ki bir şehir, orada yaşayanların sesini duymadan var olamaz. Katılımcı şehircilik bu yüzden yükselen bir değer. Jan Gehl’in de belirttiği gibi, “Şehir planı masa başında değil, sokakta yapılır.”

Bugün birçok kent bu fikri hayata geçiriyor. Barselona’da mahalle meclisleri, Amsterdam’da gönüllü planlama grupları, İstanbul’da yerel katılım atölyeleri… Hepsi aynı hedefe hizmet ediyor: şehirleri halkla birlikte dönüştürmek. Çünkü bir park, bir meydan ya da bir sokağa insanların emeği karışırsa, o yer sadece plan değil, aidiyet kazanır. Şehirler ancak birlikte üretildiğinde yaşanabilir olur.

Şimdi büyüme değil, iyileşme zamanı!

Jan Gehl’in beş kuralı aslında tek bir fikre çıkıyor: şehircilik, büyüme yarışı değil, yaşam kalitesi meselesidir. Eskiden şehirler “Ne kadar hızlı büyüyoruz?” diye övünürdü. Bugün artık doğru soru şu: “Ne kadar iyi yaşıyoruz?” Şehirleri geliştirmek sadece altyapı kurmak değil, insanların daha iyi hissedeceği alanlar yaratmakla ilgilidir.

Bizim için şehircilik; çizilen planlardan, beton yapılardan değil, toplulukların küçük ama anlamlı katkılarından doğuyor. Bir sokakta konulan bir paylaşım masası, bir duvara yapılan renkli bir çizim, bir ağacın etrafına oturma halkası yapmak… Bunların hepsi insan odaklı şehircilik anlayışını pekiştiriyor. Çünkü şehir dediğimiz şey, yaşayan bir organizmadır. Ne kadar iyi bakarsak, o kadar yaşar.